FARUK ALDANMAZ
Zaman ilerledikçe yok oluyordu dünya sanki! Güneşin doğuşu heyecanını vermek istemiyor, belki istemeyerek dünyayı aydınlatıyor, burun kıvırarak bizlerle ışığını paylaşıyor gibiydi. Bizlere kaşlarını çatarak bakıyordu adeta! Gece olunca benzer tavırları ay da sergiliyordu. “Ay yüzlü” kavramını kullanmak artık yersiz geliyordu. Zaman zaman kap kara ve korkunç dumanlar arkasında kalıyor, yeryüzüne ışığını yansıtamadığı için bize düşmanmışız gibi bakıyor ve artık güzel güzel göz kırpmıyordu.
Gecenin karanlığında başımı hafifçe kaldırıp kutup yıldızını bir an görmek istedim. Kutup Yıldızı’da milyarlarca yıllık ışığını kaybetmiş kayıp bir yıldız misali gibiydi adeta. Yağmur asit damlaları gibi yakmak istercesine hiddetle yer yüzüne yağıyordu. Yağan her bir yağmur damlası dünyaya çarpan bir meteor etkisi yaratıyordu üzerimizde. Yağan yağmurdan sonra iliklerimize kadar hissettiğimiz toprak kokusu da yok olmuştu artık. Papatyalar, menekşeler, güller… Toprağın içinden çıkmak istemiyor ve hiç doğmak istemiyorlardı sanki. Dokunmalarımızdan, koparmalarımızdan incinmiş gibiydiler.
İhtişamlı uzun kavaklar, asırlık çınar ağaçları, meşe ağaçları, sayısız türdeki tüm ağaçlar boynu bükük bir şekilde etrafa bakıyordu. Dalları ve yaprakları cansız bir şekilde duruyor, yeşil renklerini yitiriyor ve kahroluyor gibiydiler. Çünkü her geçen gün sayıları azalıyor ve evleri olan ormanlar saldırıya uğruyordu. Her şey küsmüştü sanki. Bizlerle yaşamayı istemiyor hatta bizden nefret ediyorlardı adeta. Haklıydılar. Kesinlikle haklıydılar! Doğanın bizlere karşı bu tutumunu şimdi anlıyorum. Kim düşmanını sever ki?!
Biz her gün onları yok eden canavarlarız. Kulaklarımızda kuş cıvıltıları, kedi-köpek sesleri, börtü-böcek sesleri olacağına ağır iş makinelerinin çıkarmış olduğu gürültüler, çekiçlerin her çivi ile temasında kulaklarımızın zarını yırtan o keskin sesler yer edinmiş durumda. Gözlerimizin her gün havada uçuşan kelebekler, leylekler, arılar, kuşlar görmesi gerekirken; kocaman kocaman taş ve toprak taşıyan canavar kamyonlar görüyoruz. Bizlerin en büyük yaşam kaynağı olan doğa yok oluyor yavaş yavaş. Neredeyse beton dökülmeyen alan kalmadı dünyada. Doğal alanlar bir bir yok edildi bir hiç uğruna.
Kuşlar ağaçsız, arılar çiçeksiz, dünya nefessiz kaldı. Gökyüzünü göremiyoruz artık. Her alana dikilen binalar bunu adeta engelliyor. Sürekli betonlaşıyor ve betonlaştırıyoruz. Doğada koşturan hayvanları göremiyoruz. Her geçen gün yeşili öldürüyoruz. Ormanları tek tek yok edip binalar dikiyoruz. O ormanlarda yaşayan binlerce canlı türünü zevklerimiz için evsiz ve cansız bırakıyoruz. Fabrika atıkları ile toprağı, dumanları ile havayı yok ediyoruz. Şimdi soruyorum sizlere Güneş, Ay , Kutup Yıldızı, çiçekler, böcekler, hayvanlar bizlerden nefret etmekte haklı değil mi ?
Yok ettiğimiz her bir yeşil alana döktüğümüz beton bir gün mutlaka bizim sonumuzu getirecektir. Çünkü bu betonlaşma ve doğayı hunharca tahrip etmelerimizin sonucu iklime de etki etmektedir. Topraktaki havayı sürekli olarak bu beton yığınları ile bastırıyor, yok ediyoruz. Binaların çok olduğu yerlerde aşırı bir ısının da olduğunu fark etmişsinizdir mutlaka. Tüm bu durumlar bir döngü şeklinde bir birini etkilemektedir. Şunu unutmamalıyız ki doğa bizlere değil biz doğaya muhtacız. Tüm bu güzellikleri korumak, bizden sonraki nesillere aktarmak için çabalamalıyız.
Bizden sonraki nesillere beton yığınları yerine yemyeşil ormanlar bırakmak dileği ile…